Şef Bilal Mert ile geniş bir müdavim kitlesi olan Robin’s Kitchen hakkında konuştuk.
Tarihi Yarımada manzarası, lezzetli yemekler, şık bir ambiyans. Geçen yıl aramıza katılan Robin’s Kitchen kısa sürede pek çok kişinin favori adreslerinden biri haline geldi. Mekanın mevsimsel olarak değişen menüsünde “sağlık” özne görevinde. Şef Bilal Mert’e birkaç püf noktası sorduk, o da büyük bir içtenlikle yanıtladı. Keyifli okumalar!
İşletmeyi bitirdikten sonra Le CordonBleu London’a eğitim almaya gitmişsiniz. Bu radikal karar nasıl alındı? İçinizdeki aşçılık aşkını nasıl fark ettiniz?
İçimdeki aşçılık aşkından ziyade yaratıcı olmayan bir şeyi yapamayacağımı anladım. Masa başı iş, rutin bana göre değildi. İlk önce mimar olmak istedim ama ablamdan “Aileye bir deli yeter!” cevabını alınca, sen mi deli ben mi deyip daha delice bir iş yapmak istedim. Çünkü yaptığımız iş, hem anlık hem heyecan dolu hem yenilikçi hem de değişken.
Robin’s Kitchen’ı ağırlıklı olarak turistler mi yoksa İstanbullular mı tercih ediyor?
Aslında her ikisi de. Galata’da olmamızdan dolayı turistlerin de uğrak noktasında bulunuyoruz. Ancak çok sayıda Türk misafirimiz de oluyor.
Robin’s Kitchen’ın ruhunu nasıl tanımlarsınız?
Robin’s Kitchen yenilikçi, âşık, sade, deneysel ve özgür.
İdolünüz olan bir şef var mı?
Tabii ki var, Luke Dale Roberts ve Rene Redzepi.
Yemek pişirirken bazı ritüelleriniz var mıdır? Müzik dinlemek gibi…
Mutfağımız eğlenceli aslında, o günkü psikolojimize göre müzikte dinliyoruz, dans da ediyoruz!