13 Ağustos – 5 Ekim tarihleri arasında Pera Müzesi’nde yer alan “Duvarların Dili: Graffiti / Sokak Sanatı” sergisini gezerken müzenin duvarlarında dolaşan isyankar ruhu hissetmiştim. Tıpkı yaz güneşinin enerjisini hissettiğim gibi… 

 

2

Image 2 of 5

GENÇ BİR KÜRATÖR

Bu düşünceler arasında gidip gelirken kürsüye serginin küratörü Roxane Ayral çıktı. Beklentilerin aksine gencecik bir kızdı. Önce herkese “merhaba” dedi. İlk cümlesini söylerken ikinciye geçemeyeceği belli oluyordu. Nitekim mikrofonu Suna ve İnan Kıraç Vakfı’nın Genel Müdürü Özalp Birol devraldı ve Ayral’a zaman kazandırdı. Genç küratör mikrofona tekrar sahip olduğunda heyecanını yenerek konuşmasına kaldığı yerden devam etti. Paris ve Nice’te sokak sanatıyla iç içe büyümüştü. Sokak sanatı onu mutlu ediyordu ve bu duygusunu çevresiyle paylaşmak en büyük arzusuydu. 2012 yılında kolunda dosyasıyla Pera Müzesi’nin kapısını çaldığında daha da gençti. Projeye gönülden inanıyordu ama acaba “sokak sanatçılarını” bir müze içerisinde bir araya getirmek mümkün olabilir miydi? Peki, Pera Müzesi böyle radikal bir sergiye sıcak bakar mıydı? Bu soru işaretleri eşliğinde kendisinin orada durması ne kadar mucizeviyse ABD, Almanya, Fransa, Japonya ve Türkiye’den Futura, Mare 139, Cope 2, Turbo, Wyne, JonOne, Tilt, Mist, Psychoze, KR, Herakut, Logan Hicks, C215, Suiko, Evol, Gaia, Tabone, Funk ve No More Lies gibi farklı jenerasyon ve disiplinlerden sokak sanatçılarının bir müzede buluşması da aynı derecede mucizeviydi. “Niye?” diye soracak olursanız sokak sanatının geçmişinden günümüze gelene kadar küçük bir yolculuğa çıkmak gerekir, hatta yolculuğa Roxane Ayral ile çıkarsak daha da güzel olur: “Graffiti kültürü 1970’lerde “Amerikan Rüyası”nın sorgulandığı dönemde, New York’taki Afrika ve Hispanik kökenli gençlerin, varoluşlarını ifade etme ve alanlarını belirleme ihtiyacı ile doğdu. Kısa zamanda sade imzalar kaligrafik değer, stil ve renk kazanmaya başladı. Çizimler daha büyük ve etkileyici biçimlerde, yeni ve ulaşılması zor alanlarda yaygınlaştı, hayali dünyalar ve karakterlerle zenginleştirildi ve bu sanata ilgi giderek arttı. Sanatçıların farklı stil ve teknikler kullanarak çeşitlenen eserleriyle kültürlerarası bir değer yarattıkları bu sanat akımı, yalnızca bireysel bir varoluş mücadelesi olmaktan çıkıp toplumsal ve sosyal konuları da ele alarak daha geniş kitlelere ulaşmaya başladı. İlk dönemlerinden beri, daha görünür olma amacıyla New York metrolarına uygulanan ve şehrin bir ucundan diğerine gezen graffitiler, sanatçıların isimlerinin farklı bölgelerde tanınmasına neden oluyordu.” Evet, belki sokak sanatçıları isimlerinin bilinir olmasını istiyordu ancak tıpkı gazeteci-yazar Stephanie Lemoine’un belirttiği gibi akım, 1970’li yıllardan sonra sergilenmeye başlanıp ticarileştirilse de öncesinde asla bu şekilde benimsenmemişti. Hatta tersine, kent sanatı olarak bilinen uygulamaların özünde, kent soylu sanatına, onun kullandığı malzemelere ve sergi mekânlarına, yani galeri ve müzelere bir başkaldırı vardı.