Bir Zeki Müren geçti bu âlemden. Tıpkı İstanbul gibi renkli, hazin, cıvıl cıvıl, küskün… Tıpkı İstanbul gibi dışı, içindekini gizleyen… Tıpkı İstanbul gibi hayranları bilinen, yalnızlığı görülmeyen. 

Yazı: Zekiye Meriç

Ben ve benim gibi milyonlarcası, Zeki Müren bu topluma her ne ifade ediyorsa hepsinin anlamını sonradan kavradık. Ne onun o şaşaalı günlerine tanık olmuştuk, ne de çıktığı gazino sahnelerinde dinlemeye yaşımız yetmişti. Televizyon çocuklarıydık ama evde radyo dinlenirdi. Gerçi üzerine dantel örtüler örtülen, ahşap, lambalı salon radyolarına yetişememiştik ama neyse ki orta dalga ve uzun dalgadan yayın yapan Ankara, İstanbul, İzmir radyoları vardı ve hemen her Türk Sanat Müziği yayınında illa ki onun da sesini duyardık. Solist olarak katıldığı ve “Zeki Müren’den şarkılar dinlediniz” anonsuyla biten solo programlarını da yakalamıştık. 27 bin kişiyi, 49 kişilik saz heyetiyle 3,5 saat boyunca büyülediği 1969 tarihli Aspendos konserini görememiştik belki ama 1978’den itibaren beş yıl üst üste verdiği Bodrum Kalesi konserlerinin sonuncusunu TRT’den izlemiştik. Arada bir yılbaşında, dini bayramlarda ya da kıramayacağı dostlarının davet ettiği televizyon programlarında ekrana çıkardı. İşte bunlar sayesinde büyüklüğüne dair bir fikrimiz olmuştu. Biz yetişirken, o inzivadaydı… Günde 34 ilaç ve iki insülin iğnesi alarak yaşıyordu. Lakabı “Paşa” idi, ezel ebed “Sanat Güneşi” idi ve uzaklarda, Bodrum’daydı.
Zeki Müren, Bursa doğumluydu ama hayatının bütün dönüm noktalarında hep İstanbul vardı. Radyodan şarkılarını dinleyerek büyüdüğü bütün o sanatçılar İstanbul’da yaşadığı için liseyi İstanbul’da okumak istemişti. Boğaziçi Lisesi’nden mezun olmuş, bugün adı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi olan İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin (İDGSA) Süsleme Sanatları Bölümü Yüksek Kısmı’nı da birincilikle tamamlamıştı. İstanbul gibi ebedi bir medeniyet beşiği elbette Zeki Müren gibi binlercesine hayat vermiş, bağrında ağırlamıştı ama bir kent ve bir sanatçı yan yana geldiğinde nadiren böylesi bir uyumun yaşandığı da başka bir gerçekti. Zeki Müren, ilk kez İstanbul Radyosu’nun A Stüdyosu’nda, 1 Ocak 1951 tarihinde, saat 20.30’daki canlı yayında radyo mikrofonu karşısına geçti. 20 yaşında, ter-ü taze bir delikanlıydı. 45 dakikalık o yayın sonrasında İstanbul Radyosu’nun yayını cızırtıyla da olsa her nereye ulaşıyorsa oralarda anında hayranlar edindi. 15 yıl boyunca İstanbul Radyosu’ndan seslendi halka…

zeki-muren-g

“PAŞA” VE “ISTANBUL” TÜRKÇESİ
Zeki Müren “Türkçe” denince akla gelen ilk isimlerden biriydi. Yalnız onun konuştuğu Türkçe, daha İstanbul ağzına yakındı. Saray Türkçesi demiyorum ya da Osmanlıca… İstanbul ağzı. Çünkü İstanbul’un Türkçe’si bütün o kozmopolit geçmişinin bir yansımasıydı. Rum, Ermeni, Musevi, Çerkez, Gürcü, Acem, Boşnak hangi soydan gelmiş olursa olsun, konuşa konuşa, evrile evrile hale yola konmuş bir Türkçe’ydi bu… “Gideceğim” Zeki Müren’in ağzında “Gidiciim”, “çünkü” “çünki” olurdu örneğin. Boğaz sesleri barındırmayan Türkçe’deki “ğ”yi de, örneğin kelime “ağaç” ise “a:aç” diye telaffuz ederdi. Türkçe’de iki sert sessizin ancak yazılırken yan yana geldiğini, okunurken ikinci sert sessizin yumuşadığını bilirdi. “Unuttun” demezdi, “unutdun” derdi. Ve… İstanbul da “Istanbul”du elbette… Küçük bir çocukken Ankara Radyosu’nun yayınlarını dinler ve şarkı sözlerini elindeki deri kaplı deftere yazardı. Türk sanat müziği eserlerinde genellikle yer alan ve şarkının üçüncü cümlesine denk gelen meyan kısımlarında söylenen cümleyi bir türlü anlayamadığı ve şarkı sözleri hep eksik kaldığı için ahdetmişti şarkılarını tane tane okumaya… Hâsılı kelâm, konuştuğu o güzel İstanbul Türkçesi’nin sebebi, masum bir çocukluk hırsıydı.
“Sanat Güneşi”, İstanbul’un efsane Maksim Gazinosu’nda 11 yıl hiç ara vermeden Behiye Aksoy ile dönüşümlü olarak sahne aldı. Şehrin eğlence kültürünü ve gece hayatını sil baştan yeniledi. T podyum, el mikrofonuyla sahnede dolaşarak söylenen şarkılar, saz heyetine giydirilen aynı renkte smokinler, frakla başladığı konserine renk renk, ışıl ışıl kıyafetlerle devam etmeler… Bunlar bir yana gazino seyircisini de adeta “terbiye” etmişti. Sahneye çıktığında garsonlar servisi durdurur, çatal bıçak sesleri kesilir, seyirci yeme-içmeye ara verirdi.
1953’ten 1972’ye kadar 18 filmde rol aldı. O filmlerin biri hariç hepsinin arka planında İstanbul vardı. Nüfusu bir milyon, bir milyon 300 bin, bir milyon 900 bin olan İstanbul… Ara Güler’in siyah-beyaz fotoğraflarında gördüğünüz İstanbul… Eminönü, Kapalıçarşı, Karaköy, Beyoğlu, Üsküdar, Adalar hatta Şile… O filmlerin önemli bir misyonu vardı: İstanbul’u, İstanbullu’yu ülkenin en ücra köşesine bile giyimi, kuşamı; caddesi, sokağı; evi barkı; şehir merkezi hatta kenar mahallesiyle yekvücut tanıtıyordu. Evet, bunu diğer Yeşilçam filmleri de yapıyordu ama şu da var: Anadolu’da halk Zeki Müren’i görmek, şarkılarını dinlemek için sinemaya gidiyordu ve İstanbul da bundan nasibini alıyordu. Dahası, bütün filmlerinde dublajını da kendi yaptığı için, karşılarındaki sadece şarkı söyleyen değil düzgün, tane tane İstanbul Türkçesi konuşan bir Zeki Müren oluyordu.
Zeki Müren bundan 20 sene önce, 24 Eylül 1996’da, TRT İzmir Stüdyoları’nda gerçekleştirilen çekim sonrası hayata veda etti. Bana sorarsanız sadece sevenleri, hayranları değil eski güzel günler, Türkçe, artık orta dalga yayınlara son verilmiş de olsa radyolar, Türk Sanat Müziği ve “Istanbul” da öksüz kaldı.