Otto Piene ile beraber başladınız, ancak kısa zaman sonra uluslararası sanatçılar da ekibinize katıldı ve sesinizi Almanya’nın dışında duyurmaya başladınız. Her şey nasıl gelişti?
Heinz Mack: Avrupa’da sınırları aşmayı çok istiyorduk. Ancak bu çok zordu. 50’li yıllarda Düsseldorf’tan Paris’e trenle gitmeniz bir gününüzü alıyordu. Ülkemin dışına çıkarak yıkılmamış kentler görmek ve dünyayı daha iyi tanımak istiyordum. Paris’e, Belçika’ya, Antwerp’e, Milano’ya doğru koştum. Paris’te Yves Klein’la tanıştım, yardımlarımla Düsseldorf’ta modern sanatla ilgilenen tek galeri olan Schmela’da sergisi düzenlendi. Krefeld denen ufak kasabanın modern sanat müzesinde benim ve Piene’nin müzedeki ilk sergisi gerçekleşti. Milano’ya gittiğimde Lucio Fontana’dan çok etkilenen Piero Manzoni’yle tanıştım. Akımı ben ve Piene başlatmamıza rağmen yaşça büyük olduğundan Fontana, Zero’nun babası olarak adlandırılır. Bir keresinde Milano’da stüdyosunda duvarında asılı işimi gördüğümde çok gururlanmıştım.
Bilime epey meraklısınız. Yolunuz sanatla nasıl kesişti? Kimleri takip ediyordunuz?
Otto Piene: Babam fizikçiydi ve lisede müdürlük yapıyordu. Neon ve argon ışıklarıyla oynardık. Sonra savaş başladı. Yaşam ve ölümle ilgili düşünmeye başlıyorsunuz bir anda. Gökyüzüne bakıyorsunuz, görmek istiyorsunuz. Bu sıralarda annem ve büyükannem beni resim yapmak konusunda teşvik etti. Savaş yıllarında kıtlık olmasına rağmen dayımın mimar olmasından dolayı tuval ve yağlıboyalara erişimim kolaydı. Annemlerin kütüphanesinde Alman ekspresyonistler hakkında kitaplar keşfettim. Portre ressamı Leo Von König hakkında kitaplar okudum. Ancak sanat yaşamına asıl adım atışım Münih’e gidip Adolf Hartmann’la tanışmamla oldu.
Zero sizce nedir?
Otto Piene: Hareket ve gruptan çok bir arkadaşlık aslında. İkisi bir arada da olabilir ama bence en önemlisi ruhsal bütünlüktü. Paris ve Milano’daki sanatçılarla sıklıkla görüş alışverişi yapıyorduk. Vizyonu, coşku ve enerjiyi bu şekilde paylaştık. Başarıyla ilgilenmiyorduk, Zero’nun çok insani bir yanı vardı.