Bu sergide kendinizi “üzerinde yaşadığımız coğrafyanın ahlaki, siyasi ve toplumsal düğümlerinin ağırlığına rağmen üretimlerini sürdürmeye gayret eden sanatçılar” olarak tanımlıyordunuz. Son yaşanan süreç, üretimine nasıl etki etti? Böyle zamanlarda sence hayat çok güçlü olduğundan sanat önemini yitiriyor mu yoksa aksine daha da mı zorunlu hale geliyor?
Bence bu koşullarda ne iş yapsan zorlanabilirsin ve yaptığın iş anlamsızlaşabilir. Sanat ise önemini yitirmiyor ama iyice baskı altına alınıyor. Olan bitenden elbette etkileniyorum fakat her şeye kendimi kapattığım bir nokta var. Biz o noktadan bahsetmiştik sergimizde, o çabadan. Sanat ya da başka bir iş, her zaman zorunlu gibi geliyor bana.
Aynı zamanda bir süredir devam etmekte olan kuş evlerine dair bir araştırma projen vardı. Bu projenin sürecine dair üretiminin bir kısmını bu ay Sanat Dünyamız’da yayınladın. Bu araştırmadan ve kuş evlerine dair olan ilginden bahsedebilir misin?
İlgim, çocukken dedem ile yaptığımız kuş evleri ile başladı. Dedem Bursa’nın Umurbey kasabasında yaşayan Tanpınarvari bir insandı. Onun anısı da var yani işin içinde. “Kuş Sarayları” olarak adlandırılıyor bu küçük yapılar. İlk bakışta romantik bir yaklaşım gibi görünse de yeryüzündeki şeyleri sınıflama biçimimiz ile çok âlâkalı bir birim. Bir kuşa, çiçeğe, kediye, insana ya da otomobile bağlanmak mümkün. Sahibi olmadığını kabul etmek, onlara gelip geçmeleri için mekân yapmak ilgilendiriyor beni. Şu anda desenlere ve çıtalar ile yaptığım heykellere devam ediyorum. Zamanı geldiğinde onları da sergileyeceğim.