Unesco’nun “Afrodeezia” projesinin dünya turnesi kapsamında İstanbul’a gelen Marcus Mıller ile Akasya AVM’de buluştuk. Birlikte çalıştığı Türk sanatçılardan yeni albümüne kadar birçok konuda kısa ama keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. 

İKSV tarafından, 18 yıldır Garanti Bankası’nın sponsorluğunda düzenlenen 22. İstanbul Caz Festivali kapsamında Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’nde konser veren bas gitar ustası Marcus Miller, tam bir İstanbul hayranı. İstanbul’da cazdan klasik müziğe kadar birçok sesi duymanın mümkün olduğunu söyleyen Miller, şehrin doğu ve batının bir karışımı olduğunu ifade ediyor.

Sizin için caz müziği ne ifade ediyor?
Caz müziği Avrupa ve Afrika müzik elementlerinin karışımıdır. Bu sentez geçmişte Amerika’da köle olan Afrika kökenlilerin yaptığı müziktir. Afrika kökenli Amerikalılar kendi müziklerini Amerika’da duydukları müzikle kombine ederek bu karışımın sonucunda çok ilginç bir harmoni ve melodi oluşturur. Fakat ritm biraz daha serttir, bununla birlikte caz müziğinin en önemli yanı doğaçlama üzerine kurulu olmasıdır.

Doğaçlama yapmak müziğinize nasıl yansıyor?
Doğaçlama yaparken her müzisyen kendi hikâyesini anlatır, caz müziğinin en önemli parçası budur. Her akşam bambaşka hikâyeler ortaya çıkar. Doğaçlama çaldığımda bana neden her defasında değişik şeyler çaldığımı sorarlar. Çünkü bazen kuşların sesi, bazen kalabalığın belirli hareketleri beni buna iter. Doğaçlama gerçekten caz müziğin önemli bir parçasıdır.

Konserleriniz ve projeleriniz sebebiyle çok sık seyahat ediyorsunuz, şehirler müziğinizi etkiliyor mu?
Her şehrin kendi kişiliği vardır. Farklı insanları görünce farklı şeyler çalarsın. Klasik müzik çaldığınızda hep aynı şeyi çalarsınız ve bunda uzmanlaşırsınız. Fakat gittiğin yerler seni farklı tarzda çalmaya yönlendirir. New York’ta çaldığında insanlar sana tezahürat yaparken Japonya’da insanlar çok kibar ve sessizdir ve onların enerjisi de size yansır.

Peki ya İstanbul?
İstanbul benim için caz şehri gibi. Zira caz gibi bu şehirde klasik müzik de var ayrıca Afrika’nın yöresel seslerini de bulabilirsiniz. İstanbul hepsinin karışımıdır. Bütün elementler vardır. Bu şehir Doğu ve Batı’nın karışımıdır. Bazen olur bazen olmaz, İstanbul caz gibidir.

Türkiye’den sevdiğiniz müzisyenlerle bir proje için buluştunuz, bu isimlerle çalışma nedeniniz ne idi?
Evet, Burhan Öcal ve Hüsnü Şenlendirici ile bir proje yaptık. Onların sesinde bölgenin adetlerini, kültürünü ve hikâyelerini duyarsın. Tıpkı benim gibi. Babamın, dedemin ve onun da babasının hikâyesini anlatırım. Her nota ailemizin hikâyesini taşır. Benim için bu hikâyeler çok önemli. Atalarım köleydi, yazmaları ve okumaları yasaktı. Sizce bu durumda hikâyelerini nasıl anlatabilirler. Caz aslında biraz da böyle ortaya çıkmıştır. Onlar bu yolla ailelerinin ve kendilerinin hikâyesini nesilden nesile anlattılar.

Dünyayı gezerek gerçekleştirdiğiniz Afrodeezia adlı UNESCO projenizden bahseder misiniz?
UNESCO birkaç sene önce benden bir projesinde konuşmacı olmamı istedi. Köleliğin hikâyesini anlatmamı istediler. Kötü veya çirkin olduğunu anlatmak için değil insanlığın bunu nasıl atlattığını göstermek içindi. Daha sonra müziğimin bunu yansıtmasını istedim. Bu yüzden farklı yerlerden farklı müzisyenlerle çalıştım. Köle ticareti rotasında bulunan Batı Afrika’da başladı konserlerimiz. Senegal, Mali, Burkina Faso, Nijerya sonra köle gemileri Güney Amerika’ya gittiği için Brezilya ve Karayipler’de çaldım. Kölelik bittikten sonra Afrika kökenliler büyük şehirlere gittiği için New York ve Chicago’da konser verdim. Yolculuğumu yaparken müziğimi 17. ve 18. yüzyıl şarkıları gibi değil, şimdiki tarzda çalmak istedim ama bu tarihler bana esin kaynağı oldu.