1 Haziran Cumartesi gününden beri Gezi Parkı’na gidip direnişe destek veriyorum. Bir yandan da gördüklerimi, yaşadıklarımı anlamaya ve yorumlamaya çalışıyorum. Bu hareket ile ilgili çok şey yazıldı, çok şey söylendi. Y kuşağının nasıl olup da böyle bir hareketi başlattığı, apolitik olan biz 70+ doğumlulara karşı 85+ doğumluların hayat görüşleri ve politika anlayışları arasındaki farklılıklar çeşitli ortamlarda dile getirildi. Fakat hala üzerinde yeterince durulmadığını düşündüğüm bir konu var: Korku.
1
Bugüne kadar korkunun kendi hayatımda mümkün olduğunca beni kontrol etmesine izin vermemeye çalıştım. “Korkunun kontrol etmemesi” derken bu, her konuda çok cesur veya gözüpek olduğum şeklinde anlaşılmasın. Bir şeyden korksam bile bugüne kadar kararlarımı mümkün olduğunca bu korkularımdan bağımsız olarak vermeye çalıştım. Kızıma da çok küçük yaşlardan itibaren korkunun insanı yanlışa sürükleyen bir his olduğunu, korkmak yerine aklını kullanarak önlem almasının daha iyi olacağını anlatmaya çalıştım. Anlayacağınız bu konu uzun süredir kafa yorduğum ve aktif olarak üzerinde çalıştığım bir şeydi.
1 Haziran Cumartesi gece yarısından sonra Maçka civarındaki olayları gözlemlemek için Nişantaşı’ndaki bir arkadaşıma uğradım. Telefonumu şarj ettikten sonra yoğun gaz bulutu altındaki Maçka vadisi üzerinden Taksim’e geri dönüyordum. Açıkhava’nın arkasındaki karanlık ıssız yolda tek başıma yürürken birden fark ettim ki sağdan soldan gelen tanımadığım insanlardan korkmuyordum. İşin daha ilginci onlar da benden korkmuyorlardı. Herhangi bir kişiyi yolda durdurup soru sorduğumda, hızlı adımlarla uzaklaşmyor, uygar bir şekilde yardımcı olmaya çalışıyordu. İşte o an tüm taşlar yerine oturdu ve gördüklerim, yaşadıklarım anlam kazandı. Bir grup insan için korku bitmişti.