Kadınların sanat dünyasındaki yeri gün geçtikçe daha da sağlamlaşıyor. Özellikle çağdaş sanat sahnesinde güçlü, sosyal sorumluluk bilinci taşıyan ve sesleri yüksek çıkan kadın sanatçılarla karşılaşıyoruz. Nezaket Ekici’nin dediği gibi “onlar artık çekmecede kalmak istemiyor.”
Kadınlar yüzyıllar boyunca üretici, artistik dışavurumların mucitleri, sanat hamileri (dünyanın en iyi modern sanat müzesi, New York’taki MoMA’nın kadınlar tarafından kurulduğunu biliyor muydunuz?), koleksiyoncu veya ilham perisi olarak sanatın hep içinde oldular. Sanat dünyasında, her dönemde kendilerine yer bulsalar da muhaliflerle karşılaştılar. Cinsiyet ayrımcılığına maruz kaldılar; işlerini satmakta zorlandılar. Fakat bütün bunlara rağmen, sanat dünyasında sesleri en güçlü çıkan cinsiyet olarak öne çıkmayı da başardılar. 1970’lerden sonra, modern ve çağdaş sanat dönemlerinde sayıları giderek arttı ve sanat sahnesinin ortasına bomba gibi düştüler.
BUTADES’TEN MİHRİ HANIM’A
Birinci yüzyılda yaşayan Romalı yazar Yaşlı Plinius’a göre tarihteki ilk resim, sevgilisinin duvara vuran gölgesini çizen Butades adlı bir kadın tarafından yapılmıştır. Bu görüşe inansanız da, inanmasanız da, Batı mitolojisinin ilk resminin bir kadının elinden çıkmış olması çok önemli bir iddia. Fakat Butades’in hemcinslerinin 20. yüzyıla kadar sanat sahnesine kabul edilmeyişleri, akla bazı sorular da getirmiyor değil. Antik zamanlardan beri kadınların yetenekleri ve erkek egemen sanat dünyasında başarılar elde etmesi hâlâ garip karşılanabiliyor. Yine de, hangimiz milattan önceden kalma duvar resimlerini erkeklerin yaptığını kanıtlayabilir?
Eski dönemlerde, kadınların kasıtlı olarak sanat kayıtlarından silinmesi veya hiç kayda alınmaması için pek çok bahane vardı. 1600’lerde yaşamış İngiliz sanatçı Mary Beale’in başarısını stüdyosunu yöneten kocası üstleniyor, herkes onu kocasının ürettiği resim tekniklerini hayata geçiren biri olarak görüyordu. İngiliz ressam Gwen John, başarılı ressam ve grafik sanatçısı kardeşi Augustus tarafından erkek egemen sanat camiasında yalnız bırakılmıştı. Kadınların varlık gösterdiği seramik, tekstil, camcılık, sedefkarlık, mücevherat gibi dekoratif sanatlar, “el işi” kabul ediliyordu. Bu sebeple de yetenekli oldukları ortaya çıktığında, herkes buna çok şaşırıyordu. Örneğin, Alman ressam Hans Hofmann, dışavurumcu kadın ressam Lee Krasner’a iltifat ederken; “İşleri o kadar iyi ki, bir kadının yaptığına asla inanamazsınız!” diyordu.
Dünyadaki büyük savaşların tek iyi yönü, savaşa giden erkeklerin iş gücündeki ve sanat dünyasındaki yerlerini kadınların almasıydı. Osmanlı’nın son dönemlerinde de Rus, Yunan, Trablusgarp ve Balkan savaşları sırasında Anadolu’da kadın, savaştaki erkeğin geride bıraktığı işleri yapmak zorunda kaldı. Eğitim almaya, gazete ve dergilerde çalışmaya başladı. Ülkenin ilk feministi de şanını savaşa borçluydu… Ünlü yazarımız Halide Edib Adıvar’ın feminizmden ilk bahsetmesi, 1908’de basılan ilk renkli ve resimli kadın dergisi Mehasin’de olmuştu. Halide Edib, ülkede kadın hakları derneklerinin kurulmasına önayak olmuştu, hatta 15 Mayıs 1919’da Kurtuluş Savaşı öncesi halkı işgale karşı direnmeye çağıran ilk mitingi düzenleyen de oydu. Sanatını Halide Edib gibi -olabildiğince- özgür icra eden kadınların sayısı Osmanlı’da yok denecek kadar azdı. Osmanlı’nın kadın ressamları üzerine yapılmış en iyi işlerden biri, kuşkusuz İstanbul Modern’in 2011’deki eski ve yeni dönem kadın sanatçılarının eserlerini bir araya getiren “Hayal ve Hakikat, Türkiye’den Modern ve Çağdaş Kadın Sanatçılar” sergisiydi. Müze Direktörü Levent Çalıkoğlu sergiyi şöyle anlattı: “Türkiye’de kadına, kadın sanatçıların tarihsel bağlamda kendilerini konumlandırma arzularına ve bugünkü sosyal, kültürel ve politik dünyadaki hakikat arayışlarına bir sanat formu üzerinden işaret etmişti. Son 20 yılın çağdaş sanat ortamında kadın sanatçıların etkin bir hâkimiyeti ve dönemi yönlendiren eleştirel kimlikleri söz konusu. Türkiye’deki kadınların sosyal, ekonomik ve kültürel olarak tam anlamıyla özgürleşebildiklerini savunmak pek gerçekçi olmasa da, kadın sanatçıların neredeyse son 30 yılda, ülkenin sanat ortamında ve uluslararası çağdaş sanat dünyasının güç ilişkilerinde, tam anlamıyla bir özgünlük ve hakikat arayışıyla kendilerine alan açtıklarını söyleyebiliriz. Sergi bu dönüşümü merkez almaktaydı.” İmparatorluğun son dönemlerinde Müfide Kadri, Nazım Hikmet’in annesi Celile Hanım, Vildan Gizer, Emine Fuat Tugay, Naciye Tevfik, Meliha Zafir Yenerden gibi pek çok kadın ressamımız bulunuyor. Fakat onlar arasında öyle bir isim var ki, “ilk kadın ressam” olarak sanat tarihimizde bir yıldız gibi parlıyor. 1886-1954 yılları arasında yaşayan ve Sultan Abdülhamit’in yaverlerinden Asaf Paşa’nın torunu olan Mihri Müşfik, ilk sanat eğitimini saray ressamı Zonaro’dan almıştı. Ailesi eğitimine devam etmesine rıza göstermeyince, sahte pasaportla 17 yaşında Roma’ya, oradan da Paris’e kaçmıştı.
Resimlerini satarak yaşamını sürdüren Mihri Hanım, İstanbul’daki İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nde kız öğrencilere dersler vermiş; Tevfik Fikret, Hüseyin Cahit Yalçın ve Rıza Tevfik’in portrelerini yapmıştı. Hatta Roma’da İtalyan yazar Gabriele D’Annunzio’nun önerisiyle Papa’nın resmini yaptığı, fakat Katolik liderin Müslüman bir kadın tarafından yapılan portresinin hoş karşılanmayacağı bahanesiyle resmin bir kenarda unutulduğu bile söyleniyor. Kendisine bir türlü ülkesinde sanatını icra edecek yer bulamayan Mihri Müşfik, İttihat ve Terakki Derneği’nin ileri gelenleriyle tanışıklığından zarar göreceğini düşünerek New York’ta kalmış ve hayatını kaybedince ne yazık ki, şehirdeki bir kimsesizler mezarlığına gömülmüştü.
Mihri Müşfik’i unutmamak için hâlâ elimizde bir şans var. Genelde aile fertlerini ve yakın çevresini çalışmalarına konu edinen Müşfik’in “Portre” adındaki eseri, Semra Karamürsel’in bağışıyla şu anda İstanbul Modern’de sergileniyor. Levent Çalıkoğlu’nun “İstanbul Modern’in edindiği en önemli bağışların başında gelir” dediği bu eser, “kompozisyonun tek bir kadın imgesini merkez alması ve sanatçının ustalaştığı pastel boya uygulamasının inceliği, dönem için öncü bir uygulamadır.” Şimdilerde Mihri Hanım’ın anısını İstanbul Kadın Ressamlar Derneği yaşatıyor. Sanatçıdan aldığı ilhamla kurulan ve kadın ressamlarla ilgili önemli çalışmalar yürüten derneğin, “Bir Osmanlı Prensesi, Ressam Mihri Müşfik” adında bir de kitabı bulunuyor.