Şehirden çıkarken İtalyan arkadaşım bir yazı gösteriyor.  Anlamı şu: “Amalfi’de yaşayanlar için kıyamet günü bir şey ifade etmeyecek. Zaten cennette yaşadıklarından onlar için sıradan bir gün olacak”

seyahatgal

Image 1 of 4

Baharın habercisi bir İstanbul sabahında Türk kahvesinden aldığım ilk yudum, beni Napoli’nin meşhur pastanesi Gambrinus’ta tipik bir İtalyan gibi barda ayaküstü içtiğim ve tadının damağımda uzun süre kaldığını hissettiğim sert espresso’ya götürdü.
Napoli’nin öğle siestasında kapalı, sıcağa teslim olmuş dükkânlarından, pastel tonlu binalarının arasından, dar sokaklarından geçtiğim anlara daldım. Siesta sonrası canlanan sokaklar, pizzacılar, dükkânlar dolusu rengârenk makarna paketleri, yüzyıllardır aynı noktada hayat bulan ve hayat veren çeşme, ara sokaklarda apartmanlardan sarkan sepetler, yaşanmışlıkları yüzünde soluk izler bırakmış, yüzlerce yıllık binalar, vızır vızır her yerden çıkan Vespa’lar ve sokaklara dolan yoğun İtalyan aksanı bana tam bir Napoli klasiği yaşatmıştı.
Napoli’nin en eski ve en meşhur pizzacılarından Mateo ve Brandi’de nefis bruschetta’lar ve pizzalar yiyerek, sokaklarda avare dolaşarak, yeraltı şehri Sotterranea’da şehrin 2.400 sene önce doğduğu koridorlarda gezinerek ve şehrin hikâyelerini dinleyerek geçirdiğim birkaç günün ardından, Sorrento’ya gitmek için hazırdım. Aperativo saatlerinde bara dizilen bruschetta’lar, yaz sıcağında kadehte buğu oluşturan buz gibi beyaz şaraplar, iş çıkışı saatlerinde ara sokaklardaki barları dolduran hararetli güneyliler ve şehir arkamda kalırken, Napoli Körfezi’nin nefes kesen sahil şeridinin hayran bırakan manzaraları göz kırpmaya başlamıştı. Güneşin yumuşadığı saatler de, Napoli’den Sorrento’ya ulaşan kıvrımlı yollardan geçip arabayı park etmiş, kayalıkların üzerine kurulu bu limon kokulu kasabanın denizi gören bir noktasında uzakta da kalsa, hâlâ heybetli görünen Vezüv’e bakarak güneşi batırmıştık.