Bu sene Bienalde en çok kimlerin ismini duyacağız. Gelecek vaat eden genç yıldılar kimler? Bieanelin yıldız haritasını sizin için çıkardık! Bu sanatçıları ve işlerini görmeyi sakın unutmayın!
CANSU ÇAKAR
Documenta(13)’teki çalışma stratejisiyle, hem övgü hem de eleştiri toplamış olan Carolyn Christov – Bakargiev ile çalışmak nasıl bir deneyim oldu?
Carolyn geçtiğimiz sene İzmir Kardıçalı Han’a yaptığı ziyarette atölyeme girdiğinde içeride çalışıyordum. Yakın geçmişte yaptığım projelere bakarak bir takım sorular sordu; ben o soruları cevaplarken şaşkın, heyecanlı ve içten bir iletişim kurabildim. Çalıştığımız dönem içerisinde onun önerdiği kaynaklar eşliğinde, bienalin taslağını çıkarma metotlarını çözümledim ve hazırladığım projeyi yeniledim. Bence onun yazar kimliği, kavramları ve teorileri sonsuz bükme gücüne sahip. Annie Besant’ın bienalin kaynaklarından biri olması, çalışan herkesi kendiliğinden bir iletişim haline soktu zaten. Birbirinden habersiz eş zamanlı üretimlerimizin adeta sihirliymişçesine aynı bileşenlerle Tuzlu Su’yu oluşturması benim en büyük motivasyonum oldu.
Bienalin konseptini sen nasıl okuyorsun? Sana neler çağrıştırıyor?
Tuzlu Su, faydalar ve zararlar arasındaki keskin ayrımların altını çiziyor. Post-internet çağı ya da dijital çağ diyebiliriz… Gün içinde adeta bağımlı gibi kullanmazsak işlerimizin yürümediği birçok aygıta verebileceği zarara karşılık tuzlu suyun dünyayı capcanlı tutma özelliği kıyaslandığında, dengeleri sağlıklı belirleyebilmek bir sorun yaratıyor. Taslağın iyileştirici etkisi olduğu kesin ve tarihi dolgun mekânlara yüklenecek dönemsel hafızalar, bölge adına kalıcı bir değişim sunuyor. Şehrin ritmini hissedebiliyor ve düzensizliğinde bir uyum yakalamaya çalışıyor. Bienal İstanbul’u sardı, deniz gibi… Bu haliyle, Tuzlu Su, benim atölye projem “100°” için çok doğru bir kabuk bence ve gayet kapsayıcı. Atölyenin de görünenin ötesinde bir sunumu var. Kadınlara geleneksel sanatlar atölyesi önererek belki ilk bakışta yüzeyde gibi görünen bir çözümleme sunuyor. Ama derinlerinde birçok sosyo – politik ve toplumsal algıda cinsiyeti imgeler üzerinden aktarmayı amaçlıyor.
Bu bienalle ilgili seni en çok ne heyecanlandırıyor?
Şu an için atölyeyi aklımızda oluşturduğumuz gibi canlandırabilmek en heyecanlandığım konu. Daha sonra da biraz dinlenmek ve denize girmek beni heyecanlandırıyor diyebiliriz.
Bienalin genç ve yükselen isimlerinden biri olarak görülüyorsun, bu durum bienaldeki katılımını nasıl etkiledi? Bir avantaj olarak görüyor musun, zorlandığın anlar oluyor mu?
Açıkçası Carolyn ile görüşmemden sonra dengeler biraz daha değişti. “Yükselme” gibi kelimeler o zaman kullanılmaya başlandı. Öncesinde oturtmaya çalıştığım sistem ile kendime göre doğru yerlerin altını çizmeye çalışan İzmirli bir minyatürcüydüm. Şu anda üzerimde sorumluluk duygusundan çok daha fazlası var. Genç olmak kesinlikle bir avantaj. Benim açımdansa sıkı araştırmalar ve yoğun çalışmalar eşliğinde hazırlanan bir işi paylaşmak çok değerli.
Bienal kapsamında 100° atölyesini yürütüyorsun ve kadın olmanın boyutlarını ele alıp imgelere aktarabilmek için bir Geleneksel Sanatlar Atölyesi kurguluyorsun. Atölyede neler yaşanacak?
“100°”yi çalışmalarını bizimle üretmek isteyen ve cinsel kimliğini kadın olarak tanımlayan herkesle beraber yürüteceğimiz bir dinamik haline getirmeye çalışıyoruz. Atölyenin duyurulması ve katılımın artması kulaktan kulağa kendi çemberini oluşturacak. Sonunda orataya ortak bir kadın söylemi çıkacak. Üç ay boyunca yayılarak gittikçe kızışan bir duruma gelebilecek olması söylemin kuvveti açısından önemli. Atölyenin içeriğini oluştururken, geleneksel sanat tekniklerinin kendine has bir betimlemesi olacağı düşüncesi yardımcı oldu. Atölyemizde oluşturduğumuz kitaplık ve motif arşivi ışığında kadının toplumsal sorunlarına göndermeler yapacak işler üretiyoruz. Kâğıt üzerine çalışıyoruz. Çalışmalarımızda geleneksel sanatta “kitap sanatı” olarak bilinen bir teknik kullanıyoruz. Bunu edebi eserler, kişisel yazılar, mektuplaşmalar ve duvar yazılarını süsleyerek, anlamlarını bazen kuvvetlendireceğimiz bazen de manipüle edeceğimiz bir üretim süreci olarak tanımlayabiliriz.
Sonrasında bienalde izleyicileri neler bekleyecek?
İzleyicilere açıklamadığımız bir saatte katılımcılarla çalışıyoruz. İzleyiciler öğleden sonra bizim çalışmalarımızı sürdürdüğümüz atölyeye gelerek bitirdiğimiz işleri duvarlarda, hâlâ çalıştığımız işleri masalarda, işlerimizi üretirken nelerden yararlandığımızı, okuduğumuz kitapları ve kaynakları da kitaplığımızda görebilecek. Burası için tüketim ve üretim arasındaki ayrımı fiziksel olarak karşılayan bir mekân diyebiliriz.
Atölyenin yer aldığı Anadolu Pasajı (FLO binası) kendi mimarisi ve etrafındaki Art Nouveau binaların birlikteliğiyle işin üzerinde nasıl bir etki yapıyor?
Anadolu Pasajı, Sultan II. Abdülhamit’in özel kalem müdürü olan Ragıp Sarıca Paşa tarafından 1910 tarihinde yaptırılmıştır. Ragıp Paşa’nın 1900’de Rumeli Pasajı’nı, 1905’te Afrika Pasajı’nı ve son olarak da Anadolu Pasajı’nı inşa ettirip Osmanlı İmparatorluğu’nun üç kıta üzerindeki hâkimiyetini, pasajlara verdiği isimlerle ve temsilen mimariye yansıttığı düşünülmektedir. Şu an yenileme projeleri ile tüketim toplumuna hizmet amaçlı yeniden yapılandırılan binalar, İstiklal Caddesi çevresinde maalesef tarihi mekânların hafızalarına saygısızlık olarak görebileceğimiz bir takım sorunlarla karşı karşıya. Dış ve iç cephe mimarisi tamamen değiştirilerek daha çok insanın yararlanabileceği, hatta tüketebileceği bir ortam yaratmak hedefleniyor. Atölyenin balkonundan baktığımızda öyle bir panorama bizleri karşılıyor ki Emek Sineması, Demirören gibi yapıların değişimleri tokat misali insanın yüzüne çarpıyor.
Sanatçılar bu konuda neler yapabilir?
Elimizden geldiğince durumu belgeleyip sorun odaklı çalışmalar yapmanın önemini vurgulamamız gerekiyor. Diyebilirsiniz ki, pasaj olan bir mekân zaten bir ticarethane ve günümüz koşullarında ayakkabı dükkânına dönmüş, yani yine ticarethane olarak kullanılıyor, “Nasıl bir hafıza problemi var?” Bu soruyu da belki izleyiciler buraya gelip işlere ve balkondan görünen manzaraya bakınca cevaplamış olacağız. Günümüzde bu tarihi binaların tekrar düzenlenmesinde nelerin hiçe sayıldığı, hangi unsurların devam ettirildiğine bakabiliriz. Örneğin eril mimariye feminen sızıntılar olarak gördüğüm süslemelerin, kimi zaman hiçe sayıldıklarını kimi zamansa eril iktidar simgelerini yeniden kurmak amacıyla dönüştürüldüklerini gözlemleyebiliyoruz.