Uzun zamandır heyecanla beklediğimiz 14. İstanbul Bienali, “Tuzlu Su: Düşünce Biçimleri Üzerine Bir Teori” başlığı ve Caroly Christov – Bakargiev’in merakla beklenen küratörlüğüyle 5 Eylül’de kapılarını açtı. Kasım’a kadar da her gün yürüdüğümüz sokağın köşesinden ya da adanın kütüphanesinden hayatımıza sızmaya devam edecek. Biz de durumu fırsat bildik ve bienale dair ilk gözlemlerimizi sizin için derlerken sanat dünyasının en derinlerinden yükselen sesleri de sayfalarımıza taşıdık.
NEDEN BİENALİ HEYECANLA BEKLEDİK?
Bütün bu heyecan dalgasının birkaç farklı sebebi vardı. İki sene önce 13. İstanbul Bienali, şehrini sevenlerin sokaklara dökülerek ifade özgürlükleri ve temel hakları için seslerini duyurmaya çalıştıkları bir dönemde, bu sesin duyurulabileceği bir platform olmayı başaramayarak bir anlamda büyük bir tartışma konusu yaratmıştı. Sanatın ve kültürün kontrolünün kimlerin elinde olduğu üzerine uzun konuşmalar yapmış ve bienalin asıl motivasyonunun ne olması gerektiğini uzun soluklu bir şekilde düşünmüştük. Bu seneki bienali en çok da bu tartışmalardan bir sonuç çıkıp çıkmayacağını görmek ve geçmiş deneyimlerden öğrenilenleri sınamak için heyecanla bekliyorduk. Ve beklediğimizin çok daha ötesinde bir deneyimle karşılaştık!
CHRISTOV-BAKARGIEV İSMİ NEDEN ÖNEMLİ?
Her ne kadar bizim tarafımızdan küratör olarak görülse de kendini bienali şekillendiren kişi olarak tanımlayan Carolyn’in özellikle dOCUMENTA(13)’teki küratöryel başarısı çok konuşulmuştu. Pek çok farklı disiplinden araştırmacıyı ve sanatçıyı bir araya getiren küratör, özellikle sanat ve bilimi iç içe geçirdiği ve çeşitli sorgulamalara mahal verebilecek bir platform sunan sergisiyle 21. yüzyılın en başarılı küratörlerinden biri ilan edilmişti. Özellikle 13. İstanbul Bienali’nden sonra Carolyn’in bu göreve getirilmesi, çok manidar bir hareket olarak görülmüş ve sanatseverleri umutlandırmıştı.
EN ÇOK HANGİ İŞLER ŞAŞIRTTI?
Füsun Onur’un Boğaz’daki “Balıkçı Teknesi”, görenleri ve duyanları şaşırttı! Boğaz’ın kenarındaki kırmızı evde uzun senelerdir yaşamakta olan Onur’un teknesi, kıtalar arasında seyahat eden bir motor fikrinden çıktı, sonrasında şiir okuyan bir tekne formuna girdi. Eğer şanslıysanız, bir gün yanından geçerken birkaç kelimesini duyabilirsiniz. Seyircileri kuzeyin rüzgârlarıyla buluşturan Rumeli Feneri’ndeki Lawrence Weiner’in “Ramak Kala” isimli işi, konumu, sanatseverleri parçası olmaya davet ettiği uzun soluklu yolculuğu, üçüncü köprünün varlığına ve dünyadaki güç dengelerine dair sorduğu sorularla aklımızda yer etti.