Dünyanın bu en kalabalık ikinci ülkesinde Delhi-Agra-Jaipur kentlerinden oluşan altın üçgen, tam anlamıyla görülmeye değer. Mahatma Gandhi’nin anıt mezarı için Delhi’yi, Şah Cihan’ın aşkını ölümsüz kılan Agra’yı ve pembe şehir Jaıpur’u dünya gözüyle görmek büyük keyif.!
1
Seyahat konusunda başkasının söylediklerine boş verin. Çünkü herkesin yaşayacağı deneyim ve bakış açışı farklıdır. İşte bunun en güzeli örneğiyle Hindistan’da karşılaştım. Delhi’de havalimanına vardım ve bana anlatılan kötü kokudan eser yoktu! Havalimanından çıkarken endişe ile dışarıya bakıyordum ki, gayet düzgün bir havalimanı… Evet, araçlar eski ama rahatsız edici, can sıkıcı hiçbir şey görünmüyordu etrafta. Delhi’ye 11 saatlik yolculuktan sonra varmama rağmen, sıkıştırılmış bir programla maksimum yer görebilmek adına, şimdi beş saatlik bir yol kat edip Pembe Şehir Jaipur’a yol alacaktım. Çok geçmedi, transfer aracı geldi ve bindim. Yola çıktık, yol boyunca ben diyeyim binlerce, siz deyin on binlerce kamyon… Sanki dünyada ne kadar kamyon varsa hepsi Hindistan yollarında... Üstelik asfaltta son derece az çizgi var ve kamyonlar yolda devamlı korna çalarak adeta slalom yapıyor. Bir de ne göreyim? Her kamyonun arkasında “Horn Please” veya “Blow Horn” yazıyor. Yani ya “Lütfen Korna Çalın” ya da “Boru Çalın” diye uyarı yazısı var! Sebepli sebepsiz herkes kornaya basıyor. Yol boyunca, ta Jaipur’a kadar tedirgin gelmedim desem yalan olur.
Jaipur’da günün ortasında kamyonlar arasına karışan bisikletli, motosikletli, tuk tuk cinsi motorlu araçların ve otomobillerin kornaları da birbirine karışınca anladım ki, kimse şoför mahallinden inip de birinin üzerine saldırmayacak. Yani korna çalmakla, kimse kimseye küfür etmiyor aslında, bu bir gelenek haline gelmiş. Sonra fark ettim ki turistik bir araç olduğundan bizim şoför neredeyse hiç kornaya basmıyor ama herkes bize korna çalıyor. Bir an düşündüm: Sanki biri yanımıza gelecek “Arkadaş senin aklından zorun mu var? Sen neden kornaya basmıyorsun ki?” diyecek gibi geldi. Ne de olsa ortama uymayan bir tek bizim aracımızdı. Bu kadar trafik yoğunluğuna, karmaşaya ve kornaya rağmen trafik o kadar kendi düzeni içinde akıyordu ki, her an bir kaza olacak diye korkarken, iki koca gün kaza görmedim. Aman görmeyeyim de!..
Bir de Masala Çayı’na kocaman bir parantez açmak lâzım. Jaipur’da otele ilk girdiğimde sıra dışı bir koku aldım, bir türlü ne kokusu olduğunu çözemedim. Şehir turuna çıktım ve öğle yemeğini yerel bir restoranda yedikten sonra rehberim, “Masala Çayı içer misin?” diye sordu. Tabii ki memnuniyetle sipariş ettim, ne de olsa iyi bir seyyahın yöre insanlarını daha yakından tanıyabilmesi için, onların lezzetlerine ve yaşam geleneklerine yaklaşması gerektiğini düşünüyorum. Çayı içerken anladım ki, bu tat, İstanbul’daki lüks kahve zincirlerinden birinde Chai Tea Latte veya Oregon Chai olarak bardağına 8-10 TL verip bayıla bayıla içtiğim çayın aynısı. Belki de bu çayı seven binlercesi var İstanbul’da. Ama acaba ilk defa bu lezzetin tadına Hindistan’da bakmış olsalar aynı şeyi düşünecekler miydi? Bu arada bir şeyi daha çözmüş oldum: Masala Çayı bir ölçek su ve bir ölçek süt ile çayın aynı potta zencefil ve kakule ile kaynatılmasıyla hazırlanıyor. Ve bu koku, bu tat, otelimizin lobi girişindeki kafeden yayılan kokunun da kaynağıymış. Günü bitirip otele dönünce fark ettim bunu ve o andan itibaren otelin kokusu bana son derece büyülü ve lezzetli gelmeye başladı. İşte o an, “bir ülke insanıyla, alışkanlıklarıyla yakınlaşmak, bütünleşmek ve onları anlayabilmek bu olsa gerek” diye geçirdim aklımdan.
Yazı: Hülya Özkar