Çay içiyor, sükûnetini koruyor ve öğrenmek için seyahat ediyor… Waris Ahluwalia ile İstanbul ziyaretinde bir araya geldik ve hayata bir de onun gözünden baktık. Konuştuk, konuştuk ve konuştuk…
İstanbul Uluslararası Sanat ve Kültür Festivali nedeniyle şehir yaratıcı ve yetenekli zihinlerin istilası altındaydı. 22 Mayıs sabahında görkemi Büyük Budapeşte Oteli ile yarışan Palace Hotel Jumeirah’dayım. Burada olma sebebim Waris Ahluwalia ile bir araya gelmek. Onun için modern zamanların Marco Polo’su diyenler de var… Wes Anderson’ın kadrolu oyuncularından, mücevher tasarımcısı, Tilda Swinton’ın en yakın arkadaşı, “hip” partilerin olmazsa olmazlarından ve iyi bir işbirlikçi…
Ahluwalia ile sohbete başladığımızda ilk anımsadığımız şey “Büyük Budapeşte Oteli” filmi oluyor. Konuştukça (evet aslında kayıtları çözerken bunun bir röportaj olmadığının farkına bir kez daha varıyorum) hikâye anlatmayı, dinlemeyi ve öğrenmeyi sevdiğini gözlemliyorum: “Her zaman tek bir şey söylerim, ilhamımı aşktan ve tarihten alıyorum. Günümüzü eski uygarlıkların gözünden yaşamayı tercih ediyorum. Daha önce Roma ve Bangkok gibi çok katmanlı ve bir tarihi olan şehirlerde workshop’lar düzenledim. Şimdi de bunu İstanbul’da yapıyorum. Bu binada, bu koltukların üzerinde, tarihi yaşıyoruz şu anda. Onun bir parçası oluyoruz. Zaman içinde birçok muhteşem karakteri ağırlamış. Dolayısıyla sadece bir bina değil burası. Ama geçmişe takılı kalmış bir müze de değil.”
Telefonunu sehpanın üzerine ters bir şekilde yerleştiriyor. Çayının hemen yanında duruyor. Alamet-i farikası olan sarığını, tiril tiril gömleği, pantolonu ve Birkenstock terlikleri tamamlıyor. Acelesinin olmadığı ve rahatlığı her halinden belli. Sakin. Yanındakilere de enerjisiyle bunu aşılamaya çalışıyor: “Kulağa çılgınca geliyor, ancak New York’ta yaşıyorum. Hani insanların ‘Hiç uyumaz’ dedikleri şu şehirde. Karakterimle taban tabana zıt ama asıl mesele dengeyi sağlamaktan geçiyor.”
“İNSANLARLA TANIŞIN”
Oradan baktığınızda veya az sonraki satırları okuduğunuzda karşınızda Osho’nun ya da ayaklı bir Zen kitabının var olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak konu tam olarak böyle değil. Hayatı birçoğumuzun başaramadığı yöntemler üzerine kurulu. Yavaş yaşamayı, anı hissetmeyi ve bağlantı kurmayı seviyor. Bizim belki de sadece tatilde başarabildiğimizi ya da sabah yüzümüzü yıkarken suratımıza çarpan serin su damlalarının verdiği zevki o her an tadıyor: “Yanınızda her zaman ne var? Teknoloji. Cebinizde onu taşıyorsunuz, eve gittiğinizde o var. Teknoloji dünyanın iletişim kurma şeklini radikal şekilde değiştirdi. İnsanlara bağlanmak dediğinizde benim aklıma şu anda yaptığımız şey, oturup çay içmek geliyor. Bugün Mısır Çarşısı’na gidip değişik baharatlar ve çaylar keşfedeceğim. Benim için dünyaya bağlanmak bu anlama geliyor. Birçok farklı insanla iletişim halindeyim. Marangozlarla, kuyumcularla, mermer ustalarıyla… Hayata bağlanmak bana bunu çağrıştırıyor. Aksi halde sadece bu otele gelir kalırdım. Seninle tanışmamış olurdum, şu anda konuşmuyor olurduk. Tanıştığım insanlarla hayatım zenginleşiyor. Yaptığım seyahatlerde insanların kendi yarattıkları dünyadan kaçmak istediklerini görüyorum.”
“ÇAY İÇİN”
Çay onun için bir sembol. Tıpkı kahve gibi. Ancak kahveyi tercih etmiyor, sevmiyor. Onun sembolize ettiklerini de: “Çayla kendimi keşfediyorum. Doğru çayı bulmak için yolculuklara çıkıyorum. Aynı zamanda yeni fikirler bulmak, bunları paylaşmak ve insanlarla iletişim halinde olmak için de. Mottom belli: Hayal kur ve keşfet! Workshop’larım da bunların üzerine kurulu. Kimseye ‘en iyi çaylar bunlar’ diye dikte etmiyorum. İnsanların değişik tatlara nasıl tepki verdiklerini görmek hoşuma gidiyor.”
Çay ve kahve hakkında konuşurken aklıma sinema ve edebiyat benzetmesi geliyor. Sinema benim için her zaman daha ön planda, ancak kahve biraz da sinema gibi. Hızlı tüketim. Edebiyat ise yavaşlamanızı sağlıyor. Çay gibi. Nefes alma alanı tanıyor size. “Aynen” diyor ve sözlerine devam ediyor: “Kahve koşmak demektir. Kalk ve hazırlan mesajı veriyor. Sabah kahvesini içerken hızlı bir şekilde ofise yetişmek istiyorsunuz. Öğleden sonra enerjiye ihtiyaç duyduğunuzda yeniden kahveye başvuruyorsunuz. Ancak çayı hayattan dakikaları çalmak için kullanırsınız. Çay tamamıyla bir bahane. Gün içinde durup nefes almak, belki biraz kestirmek için. Sizi daha üretken hale getirmenin bir yolu. Birkaç dakikayı kendinize ayırdığınızda insanlar tembellik yaptığınızı düşünebilirler ama çay aslında kendi iyiliğiniz için bir katalizör. Büyülü bir yaprak gibi. Antioksidan. Enerji veriyor ancak kafein gibi zarar da vermiyor.”