2013 yazında Gezi olayları başladığında hiçbir şeyin eskisi olmayacağı belliydi. Politik açıdan yeni bir dönem başlıyordu. Peki, Gezi’nin kültür-sanata yansıması nasıl oldu?
İnsanların hemfikir oldukları tek bir şey vardı: Sokak Bienal alınan dönmüştü. 18 ay sonrasında değişimin ne derece köklü olduğunu 2. Tasarım Bienali’nin küratörü Zoë Ryan ie konuşurken bir kez daha fark ediyoruz. Gelecek Artık Eskisi Gibi Değil”; o halde nasıl?”
tasaribienaligal
BİENAL’İN LABİRENTİ
Bienal, ekibin “merkez” olarak adlandırdığı Galata Özel Rum Okulu’nda yapılıyor. Öte yandan çeşitli projelerle halka açık üniversite bahçelerine ve çeşitli tasarım ofislerine de yayılıyor. Ancak elbette bienalin sadece tek bir noktada düzenlenmesinin bir sebebi var. Ryan bunu organizasyonun henüz genç oluşuna bağlıyor. “Aslında tasarım bienali şehrin farklı bölgelerine yayılabilme konusunda oldukça elverişli. Ancak bienal konseptinin insanların zihninde yer edebilmesi için bir mekânda kalmanın daha doğru olacağını düşündük. Grafik tasarımcılar ve mimarlarla okulu yeniden yorumladık. Bina zaten çok yönlü ve farklı şeyler anlatıyor. Okul bir labirent gibi, merdivenleri çıkıyorsunuz, koridorlardan geçiyorsunuz, sonra yine iniyorsunuz. Seçtiğimiz bölümleri de mekânın içinde ilerleyiş şeklimize göre konumlandırdık. İçeri girdiğinizde karşılaştığınız ilk projeler daha kişisel ve kimlik meseleleriyle alâkalı. İlerledikçe daha sosyal, şehri ve toplumu ilgilendiren projelerle karşılaşıyorsunuz.”
Birebir iletişim kurabileceğiniz projeler de mevcut. Mesela sevdiğimiz kahvecilerden olan Kronotrop’un Rum Okulu’nun içerisinde bir standa sahip olacağını öğreniyoruz. Kitap okuyabileceğiniz alanlar, hatta çok yorulduğunuz takdirde bir köşeye kıvrılıp kestirebileceğiniz odalar bile bulunuyor. Ardından Ryan “white noise- pink noise” gibi kavramlardan bahsetmeye başlıyor. “Proje halka açık alanlarda uyumanın neden tabu olduğuyla da ilgileniyor.” Tüm bu mesele bana geçtiğimiz yıl Tilda Swinton’ın MoMA’da sergilediği performansı aklıma getiriyor. “The Maybe” adlı eserinde oyuncu cam bir fanus içerisinde uyuyordu. Ryan’a bundan bahsettiğimde, bienaldeki uygulamanın da Swinton’ın performansıyla aynı etkiyi bırakmasını umduğunu dile getirdi.
(Bu arada Ryan’ın Swinton’ı MoMA’da izlediğini öğreniyorsunuz ve o andan itibaren kayıt cihazını kapatıp gitmek istiyorsunuz…)
KAHVE BARDAĞI DEYİP GEÇMEYİN
Tilda Swinton’ın işi dolayısıyla yaratıcılık ve sanat meselesini bir kez daha masaya yatırıyoruz. Kavramsal düşünmek, kreatif alan yaratmak gibi meseleler de gündemimizde. Ryan tasarımı bir araç olarak gördüğünü vurguluyor. “Bir lens gibi dünyaya oradan bakıyoruz. Belki bunu çok safça bulacaksınız ancak önümüzde duran kahve fincanları dahi geçmişten günümüze çok fazla şey anlatıyor. Üretim süreci, insanları bir araya getirme gücü ve sosyalleşme aracı... Tasarım aynı zamanda daima pozitif bir çizgide ilerlemiyor. Yüzyılın başındaki ütopik kehanetlerin her biri henüz gerçekleşmiş ya da istenildiği gibi gerçekleştirilmiş değil. Biraz da bu yüzden başkaldırıp sokaklara dökülüyoruz. Bakın yine bienalin konseptine geri dönüyoruz. Kahve fincanı dahi soru sormamızı sağlıyor. Klişe ya da basmakalıp şeyleri sorgulamamıza neden oluyor. Bence insanlar etraflarını kuşatan objeler ile nasıl bir ilişki içinde olduklarını unutuyorlar. Üzerinde oturduğumuz sandalye farklı bir şekilde tasarlanmış olsaydı şu anda bu şekilde oturmazdık. Hatta bu iletişim yöntemimizi bile değiştirebilirdi. Tasarımlar bizi de tasarlıyor. Sorular yeni sorular sormamıza neden oluyor. Tasarım süreci peki… Matematiksel bir şey mi, duygusal mı? Net bir tavırla “İkisi de!” diyor.