Aynı zamanda gerçekleştirdiğiniz çıplak performanslara da serginizde yer veriyorsunuz…

“Uzak Orman Yakın Şehir” adlı fotoğraf serisi, Heybeliada ve Bomonti’de gerçekleştirdiğim çıplak performansların fotoğrafları. Çıplak bir bedenin doğada ve şehirde verdiği farklı hisleri anlamaya çalışıyorum. Ormanda bedenim dikenlerin vereceği hasar ve böcek sokması gibi tehlikelere açıktı ancak bir endişe hissetmedim. Issız bir sahilde hepimiz bir şekilde çıplak olarak denize girmişizdir ve o müthiş özgürlük hissini biliriz. Bedenimizden utanmayız, doğayla bütünleşiriz. Aynı deneyimi şehirde, kimsenin olmayacağını tahmin ettiğim geç bir saatte gerçekleştirdim. Şehirde gece gezen çıplak kadın savunmasızdır ve her türlü tehlikeyi üzerine çeker. Tecavüze uğrayabilirsiniz, dayak yiyebilirsiniz veya öldürülebilirsiniz.

canan 2

Güncel politik olaylara da referanslarda bulunuyorsunuz…

Üç parçadan meydana gelen ve sergiye ismini veren “Işıl Işıl Karanlık” serisini payet tül ve iplerle dikerek oluşturdum. Işığın karanlıkta bıraktığı gölgeler izleyicileri karşılasın istedim. Daha masalsı bir dil üzerinden ürettiğim bir seri bu. Ankara patlamasına ithafen yaptığım “Büyük Biraderin Gözü: Ankara” adlı çalışmam da bu sergide yer alıyor. “Zifiri Karanlık” adlı işim ise neon ışıklı bir tabela ve karanlık anlardaki umudu simgeliyor. 1998’de ürettiğim ve şimdiye kadar hiç sergilemediğim “Şeffaf Karakol” adlı gravür serisi ve son iki senede ürettiğim minyatürler de sergide yer alacak.

 

Serginin metninde de Julia Kristeva’nın “Kara Güneş: Depresyon ve Melankoli” kitabından bir alıntı var, bu kitabın sizin için önemi nedir?

Kitap modern siyaset alanının kitlesel, eşitleyici ve öldürücü olduğundan söz eder. Deliliği antisosyal ve apolitik olarak tanımlar. Ölçüsüz ve canavarca olmakla birlikte Nazi işgali, atom bombası gibi siyasi olaylar, deliliğin karşısında yalnızca yol açtıkları insani acıyla ölçülecek hale gelene dek sönümleniyor. Manevi acı açısından bakıldığında Fransa’da saçları kazınmış âşık bir kadınla, atom bombasının yaktığı bir Japon kadın arasında hiyerarşi yoktur. Sergideki işler, hem deliliğin karanlığı ve acısı hem de güncel politikanın üzerimizdeki travması üzerinden kurgulandı.

 

Sanat hayatınız boyunca başvurduğunuz “panoptikon” kavramı bu sergide de izleyicilere göz kırpıyor. Bu kavramın sizin için önemi nedir?

Foucault’nun “Hapishanenin Doğuşu” kitabında bahsettiği panoptikon metaforu, Jeremy Bentham adında bir mimarın projelendirdiği hapishane modelinden yola çıkarak sistemin işleyişini anlatıyor. Hapishane basit bir tarifle dairesel bir yapıya göre kurgulanmış ve çevresine tek kişilik hücreler konumlandırılmıştır. İç mekânın ortasında ise yukarıdan aydınlatılmış gözetleme kulesi bulunur. Bu sayede, gözetleyici tarafından bütün hücreler görülmekte ama hücrelerden kuledekiler görülmemektedir. Amaç mahkûmların her zaman izlendikleri fikrine kapılmalarıdır, böylece kendi kendilerinin gardiyanı haline gelirler.

 

Bu fikri biraz daha açabilir misiniz?

Örneklemek gerekirse devlet kurallar koyuyor, gözetliyor ve kendi normalleştirme kurallarının dışına çıkan herkesi hapishanelere koyarak ya da başka yaptırımlarda bulunarak cezalandırıyor. Diğer önemli bir iktidar alanı din ve Tanrı kavramı. O, her yerde ve sürekli gözetliyor. Dolayısıyla günah işleme ve cezalandırma korkusu üzerinden insanlar, kendi kendilerine bir beden kontrolünde bulunuyorlar. Bir diğeri ise aile, sevgi, bağlılık ve kutsal aile tanımları. Bu da en güçlü iktidar olarak mülkiyet ilişkilerinin sürdürülmesini sağlıyor. Tabii bu iktidar alanlarını çeşitlendirmek de mümkün.

 

Feminist sanatın Türkiye’deki en güçlü isimlerinden birisiniz. Sanatın bu kolunun Türkiye’deki ve dünyadaki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sadece birkaç yıl önce kadın sanatçılar feminist üretimlerine rağmen, kendilerine feminist sanatçı demekten çekiniyorlardı. “Kadın sanatçı” olmak başlı başına bir sorunken bir de üstüne feminist sanatçı tanımını aldığınızda, bir mücadele de başlatmış oluyorsunuz. Bununla baş etmek istemeyenler kendilerini sınırlamamayı tercih ediyorlardı. “Feminist sanatçıların” ve “feminist kadınların” mücadeleleri bu ön yargıları yıkmaya başladı ve özellikle genç jenerasyon çekinmeden kendine “feminist sanatçı” diyebiliyor.

 

Aynı zamanda 7 Şubat’a kadar ARK Kültür’de devam eden “Gelecek Queer” sergisinde de yer alıyorsunuz. KAOS GL’nin 20’inci kuruluş yılında, KAOS GL dergisinde işlerini paylaşmış sanatçılar, nefes alanlarını hatırlamak için bir ev sergisinde bir araya geliyor. KAOS GL’nin varlığını ve süreç içerisindeki gelişimini nasıl değerlendiriyorsunuz?

KAOS GL’nin logosunda şöyle yazar: “Eşcinsellerin kurtuluşu heteroseksüelleri de özgürleştirecektir.” Aynı kadınların kurtuluşunun, erkekleri özgürleştireceği gibi. Bu kadar basit bir formül aslında. Özgürlüğümüz, birbirimizin kurtuluşuna bağlı, birbirimize sahip çıkmamızla alakalı. KAOS GL, LGBTİ bireylerin kurtuluş mücadelesinde önemli bir yapı taşı. 20 yıllık bir süreçte LGBTİ bireylerin örgütlenmesinde önemli katkısı oldu.

1 2