En son Venedik Bienali’nde Ermenistan Pavyonu’nda işlerini sergileyen sanatçı Hera Büyüktaşçıyan ile Tarlabaşı’ndaki anılarla dolu atölyesinde bir araya geldik. Art ON İstanbul’da 5 Eylül’e kadar görebileceğiniz karma sergi “Yaramız, Türkülerimiz”de yer alan işi, bienaller konusundaki düşünceleri ve adayla olan ilişkisine dair hayli keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Röportaj: Naz Cuguoğlu – Fotoğraf: Eda Emirdağ
Yakın zamanda Venedik Bienali’nden döndün, gözlemlerini merak ediyorum.
Bienalde daha çok ilgimi çekenler Ulusal Pavyonlar oldu. En çok aklımda kalanlar: İngiltere Pavyonu’ndaki Sarah Lucas, Yunanistan, Sırbistan, İsveç, Belçika, İsviçre, Kıbrıs, Brezilya, Makedonya ve tabii ki Sarkis’in yer aldığı Türkiye pavyonu oldu. Ayrıca İspanya Pavyonu’ndaki Salvador Dali’nin filmleri de oldukça önemliydi. Okwui Enwezor’un Arsenale’deki “All World’s Futures’’ sergisinin başlığını ve içeriğini hazmetmesi zordu. Bir gelecek önermesinden öte, tarihin tekerrürden ibaret olduğunu öne sürüyordu. Görsel anlamda fazla yüklüydü bence. Öte yandan, sergide daha önce bilmediğim Afrikalı sanatçıların işleri vardı ve aklımda üretim pratikleri üzerinden okuyabileceğim yeni bir atlas oluştu.
Belki de bu sebeple ‘en iyi pavyon ödülü’ olan Altın Aslan, Ermenistan Pavyonu’na verildi. Senin sorunun cevabını almış olabilir miyiz? Gerçekten insanın kalbine dokunan işler mi daha başarılı oldu?
Ermenistan Pavyonu gerek içerisinde bulunduğu San Lazzaro adasındaki Mhitaryan Manastırı’yla gerekse sanatçıların işlerinin bulunduğu mekânla iyi bir diyalog içerisindeydi. Her ne kadar 100. yıldan dolayı sembolik anlamda siyasi bir yaklaşımla ödülün verildiğini savunanlar olsa da, kendi içerisinde tutarlı ve derinliği olan bir sergi olmasından ötürü bu ödülün layık görüldüğünü düşünüyorum. Serginin ismi olan “Armenity / Hayoutiun’’, ortak bir kökü paylaşan ancak dünyanın dört bir yanından gelen 18 sanatçıyı bir araya getirip, Ermeni kimliğinin katmanlı tarihine ve bugününe işaret eden bir evren sunuyor. Adeta bir define adası gibi içerisine ve derinliklerine indikçe görünür hale gelen Mhitaryan Manastırı kendi içerisinde izleyiciyi bu kimliğin esas köklerine ve belleğine doğru yolculuğa çıkarırken, mekanın çeşitli yerlerine yerleşmiş olan işlerin hepsi, geldikleri coğrafyaların taşıdığı birikmişliği izleyici ile paylaşarak bu geçmişe onları ortak ediyor. Sergiye gelen birçok kişi çok derin bir hissiyat ile bilinmeyen hikayelerin ortağı olmuş olarak adadan ayrılıyor. Bu sergi yaşıyor ve nefes alıyor.
Biraz da senin Ermenistan Pavyonu’nda yer alan işinden bahsedelim mi? İlhamını nereden aldın?
Sergideki işim Lord Byron’un çalışma odasındaydı. Lord Byron 28 yaşında Venedik’e geldiğinde, Mhitaryan Manastırı’nın varlığından haberdar oluyor ve “Kayıp Cennetin Dili’’ olarak adlandırdığı Ermeniceyi öğrenmek için adaya gidip gelmeye başlıyor. Manastırdaki rahiplerden dil dersi aldığı dönemde yayıncısına yazdığı mektuplarda, dilin zorluklarından bahsederken aynı zamanda Ermeni kültürü, tarihi ve yaşayış biçimine dair izlenimlerinden de söz ediyor. Kendisini bir nevi karşısındakinin yerine koyarak “ötekilik’’ veya “zenofobi’’ dediğimiz kavramı kıracak bir kararlılıkla Ermenice’yi öğreniyor. Birçok eseri Ermenice’ye çeviriyor ve yarı İngilizce yarı Ermenice ilk dil bilgisi kitabını yazıyor. Hikayenin bu boyutu üzerinde düşünürken “matbaa’’ da işin içine girdi. Mhitar Abbahayr 1717’de San Lazzaro adasına yerleşmelerinin sonrasında matbaayı kuruyorlar ve burası 2001 yılına kadar faaliyet gösteriyor.