Büyük ve ihtişamlı değiller. Ama sıcacık ve samimiler. Onlar, Süleymaniye, Zeyrek, fener ve Balat’ın mütevazi durakları.
Yazı: Çağrı Erken
Fotoğraf: Hakan Aydoğan
Haliç gezilerim genellikle deniz kıyısından başlamaz. İlk durağım hep Vezneciler Metro İstasyonu olur. O duraktan her çıkışımda kendimi bir film setinde gibi hissederim. Metro, sanki bir zaman makinesi gibi çalışır ve Süleymaniye’nin tam merkezine atıverir beni. Çevremi bir anda yüzlerce yıldır aynı yerde faaliyet gösteren, sanki sadece vitrinleri değişmiş küçük büfeler, dükkânlar sarar. Bin bir çeşit insan sureti dolanır ortalıkta. Yerli ve yabancı turistler her yerdedir. Birileri gezip keyif çatmak için gelmiştir buralara, diğerleri ise ya ekmek parası peşindedir ya da altın arayıcısı gibi kentin dehlizlerinde kendisine bir yer bulmaya çalışır. Süleymaniye’ye, Şehzade Camisi’ne ya da Rum Fener Patrikhanesi’ne defalarca gitmişliğim var. Ama artık oralar hakkında yazılacak her şey yazılmış, her söz söylenmiş gibi geliyor bana. İşte bu nedenle daha az dikkat edilen eserleri ziyaret ediyorum son yıllarda. Bir sürü önemli durağı atlayarak bana daha yakın gelen mütevazı mekânlara doğru yola koyuluyorum ve dalıyorum eski İstanbul’un labirent sokaklarına.
Dedim ya, mütevazı yerleri dolaşıyorum diye, bunların başında da adı üstünde Kalenderhâne Camii geliyor. Giderek toprağa gömülüyormuş hissi veren bir yapı burası. Son derece eksantrik görevlisi de mekânın bu zaman dışılık hissini güçlendiriyor; bazen dobra sorular soruyor, bazen de yokmuşsunuz gibi etrafınızda dolanarak geziniyor. Plan ve üslup özelliklerine göre yapının, Bizans döneminin, Vezneciler’de olduğu bilinen ünlü meydanı Filadelfion ile muazzam havuzu Nimfaion’un kenarına ve eski bir hamamın -hatta bazı araştırmacılara göre bir sarayın -kalıntıları üzerine 9. veya 10. yüzyılda yapıldığı tahmin ediliyor. Yapıldığında yol ile aynı düzeyde olan yapının tabanı, artık neredeyse üç metre daha aşağıda. Aradan geçen her asır, 30-40 santim daha toprağa gömüyor onu.
Buranın ismi “Badirehane” olsaymış daha iyi olurmuş gibi gelir bana hep. O kadar çok badire atlatmış ki… Ortodoks kilisesi olarak yapılmış; Latin işgalinde Katoliklerce tahrip edilmiş; fetih sonrası Kalenderî tarikatı dervişlerince zâviye olarak kullanılmış ve 18. yüzyılda camiye çevrilmiş. Kırmızı tuğlalarının yıpranmışlığı, gelen gidenin dört bir yanına bıraktığı izler, içindeki küflü rutubet kokusu, kırmızıya çalan duvarları, düşkün ama hâlâ dik duran eski Yeşilçam film karakterleri gibi görünür gözüme. Eski güzelliğinin izlerini mütevazı bir tarzda taşıyan, yeni gelenlerin çehresine atacakları fırça darbelerini sabırla bekleyen… Bir de buranın sanat tarihçileri için çok önemli bir yapı olduğunu söylemeliyim. 700’lü yıllardan 800’lü yıllara kadar Bizans’a damga vuran İkona Kırıcılığı (İkonoklast) Dönemi’nden önce yapılmış ve bugüne ulaşan İstanbul’daki tek mozaik örneği, bu yapı içinde bulunuyor. Kilise öncesi yapı kalıntılarının mirası olduğu düşünülen bu mozaik, bilen için heyecan verici bir detay, bilmeyen içinse soluk bir duvar süsü.
Ünlü Mimar Sedad Hakkı Eldem’in imzasını taşıyan Unkapanı’ndaki Sosyal Sigortalar Kurumu binasının arkasına; Zeyrek’e geçip İstanbul’un derinlerine doğru yoluma devam ediyorum. Fatih’in Cibali Mahallesi’ne doğru yürüyorum. Karşıma kiliseden dönüştürülmüş bir cami daha çıkıyor; İmaret-i Atik (Eski İmaret) Camii. Yüz yıl öncesine kadar çevresinde hiç yapı bulunmayan, bugün ise dibine kadar eski evlerle dolu bir cami bu. Ünlü Pantepoptes Manastırı’nın kilisesi olarak 1087 yılında inşa edilmiş. Pantepoptes, İsa’nın isimlendirmelerinden birisiymiş ve “her şeyi gören” anlamına geliyormuş. Belki bugün de “Geçmiştekileri gördüm, sizi gördüm, sizden sonrakileri de göreceğim” diyordur! Tarihçiler, “Bizans tarzı kilise nedir?” diye sorulsa, bu yapının klasik çizgileriyle net bir cevap olabileceğini söylüyor. Bu yapıyı görmeye ilk kez, “İstanbul’da kubbesi kiremitle örtülü tek cami” diye bir yazı okuyup gitmiştim. On yıl öncesine kadar mahalle arasında perişan bir haldeydi. Şu anda restore ediliyor. Bakalım yeni yüzü nasıl olacak?
Şimdi yüzümü Haliç’e doğru dönüp kendimi yokuş aşağı vuruyorum. Dar sokaklar, birbirine yaslanmış evler, adeta geçmiş yüzyıllarda yaşıyormuş gibi görünen mahalleler… Yavaş adımlarla sebze-meyve dolu pazar torbalarını yokuş yukarı taşıyan kadınlar, öğle namazına sokak terliği ile yetişmeye çalışan bastonlu ihtiyarlar, “tamirci, muslukçu” diye bağırarak dolanan gezgin ustalar…
Balat’taki, Çukurbostan Aspar Sarnıcı ile ilk karşılaştığımda beton dökülmüş bir haldeydi. Bir kısmı da otopark olarak işletiyordu. 5. yüzyılda inşa edilen ve Bizans Dönemi’nde İstanbul’daki su sisteminin üç dev açık sarnıcından biri olan Aspar, Osmanlı zamanında bostan olarak kullanılmış. 30 yıl öncesine kadar da içindeki küçük sevimli camisi ile bu çevrenin vahası gibiymiş. Şimdi bir şehir parkı formunda. Geçmişte tuttuğu suyla havalisinin ihtiyaçlarını karşılamış, şimdi de cetvelle çizilmiş yeşilliğiyle mahalleliye nefes aldırıyor. Buraya kadar gelmişken açık sarnıcın kapalı kardeşini de görmeden geçmek olmaz diyerek, caddenin hemen üzerindeki kapalı Bizans sarnıcına da uğruyorum; İstanbul’un kıymeti bilinmeyen bir gizli hazinesi daha. Hemen yakınında bulunan Yavuz Sultan Camii ise bir başka ziyaretin konusu olacak mahiyette. Hazır buradayken, terasına çıkıp eşsiz Haliç manzarasını izliyorum. Artık mahalleler geride kalıyor. Çukurbostan Parkı’nın yanından, İsmailağa Camii’ni solda bırakıp, Patrikhane’nin ardından Sancaktar Yokuşu’nun Arnavut kaldırımlı taşlarına basarak Haliç’e varıyorum.
İnsan eli bu; insanı kavrayıveren daracık bir sokağı da yaratıyor, deniz kenarında başka bir diyardan gelmiş gibi duran heybetli bir demir yapıyı da. Sveti Stefan Kilisesi burası, namıdiğer Demir Kilise. İtinalı bir şekilde restore edildikten sonra bu yıl yeniden ibadete açılan kiliseyi ziyaretimde, benim için şaşırtıcı bir an’a tanık oluyorum ve kilisenin Bulgar Ortodoksları için anlamının ne kadar büyük olduğunu kavrıyorum. Yaşlı bir kadın, vitrindeki bir ikonanın önünde diz çökmüş, vitrinin ahşap alt kısmını öpüyor. Camı değil, ulaşılması en zor kısım olan tahtayı öpüyor. Doğrulduğunda suratımdaki şaşkınlık ve soru dolu hali görmüş olacak ki soru sormama fırsat bile vermeden kırık bir Türkçe ile durumu kendisi açıklıyor. Kilisenin yeni halini görmek için Bulgaristan’dan, Türklerin yoğun olarak yaşadığı Kırcaali ilinin Mestanlı kasabasından gelmiş. “Bulgarlığımızı ilk olarak tahta kilisede ilan ettik” diyor yaşlı kadın. “Tahta değil, demir” demek istiyorum ama iyi ki de demiyorum! Sonradan öğreniyorum ki; Demir Kilise, 1898’de, ahşap bir kilisenin yerine inşa edilip ibadete açılmış. Yeni kilisenin tüm demir elemanları da Avusturya’da üretilip nehir ve deniz yolu ile İstanbul’a taşınmış. Eskiden bu türde üç demir kilise varmış dünyada. Şimdi geriye bir tek bu yapı kalmış. Malzemesi ve yeni biten restorasyonuyla pırıl pırıl parlıyor… Ahşap, pirinç ve yaldızlı duvar ve tavan bezemelerine, ışıldayan avizelerine, zengin dini sembollerine baktığınızda, bir köşesine vitrin yerleştirilmiş, sadece bayramlarda kullanılan, tertemiz misafir odaları akla geliyor. Kilisenin bahçesi ise Haliç’in durgun gümüş renginin devamı gibi uzanıyor.