Osmanlı tarafından Fetih’ten itibaren 400 yıl boyunca İstanbul’un sakinleri olarak görülüp beslenen sokak köpekleri ne olmuştu da “istenmeyen” ilan edilmişti? Cevap, tarihe her türlü tanık ve kaynakla ışık tutan “Dört Ayaklı Belediye – İstanbul’un Sokak Köpekleri” sergisinde.

istanbul-kopekleri-g

“Köpekleri sever; tıpkı kedileri –pek çok kediyle hayatını paylaşmıştır- ve daha başka hayvanları da sevdiği gibi; mesafeli bir zevk duyarak değil, hayvanların dünyadaki varoluş biçimlerine, kendi aralarında ya da insanlarla birlikte topluluklar oluşturma, eğlenme, acı çekme hallerine dikkati de içeren bir şefkatle.”
Fransız siyasetçi Jean Michel Belogney, “İstanbul’un Köpekleri” kitabının önsözünde yazar Catherine Pinguet’yi tanıtmaya böyle başlar (2009, Yapı Kredi Yayınları). On iki yılını Türkiye’de geçirmiş ve CNRS Türk Araştırmaları grubunda yer almış bir araştırmacı, Belogney’nin anlatımına göre gerçek bir hayvansever olan Pinguet, kitabında, siyasî ve kültürel hayattaki değişimlerin Osmanlı İstanbul’unda her daim mahalle sakini kabul edilmiş sokak köpeklerinin yaşam şartlarına nasıl yansıdığını tarafsız bir araştırmacı kalemiyle, pek çok yazılı ve sözlü anlatıya dayanarak anlatır.
1910 yılında Sultan II. Abdülhamit tahttan indirildikten ve yerine Jön Türkler geldikten bir yıl sonra sokak köpeklerinin kökünü kazımak üzere başlatılan Hayırsızada (Sivriada) sürgünü ve katliamı, son yıllarda ayrıntılarıyla gündeme gelip yaygın bir bilgiye dönüşmeye başladı. Halkın, akabinde patlak veren büyük İstanbul yangınının müsebbibi olarak gördüğü Hayırsızada sürgününün korkunçluğunu, en “şiddetsiz” şu cümlede bile iliklerimizde hissederiz: “Bu manzaraya dayanacak hali kalmayan bir İngiliz hanım, denizcilere köpekleri öldürsünler diye yalvarıyordu.”

Osmanlı belediyecilik anlayışında temizlik ve güvenlikten sorumlu hizmetliler gözüyle bakılan sokak köpeklerinin kaderinin aslında, Hayırsızada kâbusundan yaklaşık 100 yıl önce değişmeye başladığını yine Pinguet’den öğreniriz. Vatandaşların “Sarhoştu ve köpeklere taş attı” ifadelerine rağmen, saldırıya uğrayan bir İngiliz vatandaşının hatırına İngiliz sefaretinin “şehrin derhal bu tehlikeli yaratıklardan kurtarılması” talebine diplomatik ilişkiler bozulmasın diye bir fermanla karşılık veren II. Mahmut’u yâd etmeliyiz burada. Köpekleri bir adaya sürgün etme fikri ilk o zaman dillendirilmiş. II. Mahmut’un fermanının pek hayata geçirilememiş olmasına rağmen, akabinde Rusya’yla girilen savaş ve ordunun başarısızlıklarından halk, fermanı sorumlu tutmuş, yine.

Türkiye’de sürekli hortlayan sokak köpeği düşmanlığının köklerini, işte Osmanlı’nın o dönemki Batı özentisinde buluyoruz. İşin ilginci, “Avrupa’da sokakta hayvan yok” lakırdısını bugün çoğunluğu Batı düşmanı olan “modern belediyelerimizden” duyuyoruz. Tarihin tek iç ferahlatan yanı, yöneticilerin aksine halkın genel olarak sokak hayvanlarına karşı vicdanî bir sorumluluk hissettiğini görmek.
Catherine Pinguet’nin ruha epey ağır gelen fakat ufuk açan bu kitabı, geçen ay sergiye dönüştü. Adını kitabın “Dört Ayaklı Belediye” bölümünden alan serginin küratörü Ekrem Işın, danışmanı ise Catherine Pinguet. Sergi, sokaktaki dostlarımızın sözüm ona “batılılaşma” gayretiyle felakete dönüşen hikâyesini, 19 – 20. yüzyıldan fotoğraf, seyahatname, kartpostal, dergi, gravür gibi çok çeşitli malzeme yardımıyla anlatıyor. “Dört Ayaklı Şehir – İstanbul’un Sokak Köpekleri” sergisi 11 Mart 2017’ye kadar İstanbul Araştırmaları Enstitüsü bünyesinde ziyarete açık olacak.

İstanbul Araştırmaları Enstitüsü
Meşrutiyet Cad. No: 47, Tepebaşı, Beyoğlu, 0212 334 0900