Salt Baeyoğlu’nun önüne yolu düşen İstanbullular bilir, kapıdan bakanları şaşırtan bir değişim var. İçeri girdiğinizde başka bir evrene ayak basıyorsunuz. Biraz ilerleyince Boğaz’ın tam da içinde yürümekte olduğunuzu fark ediyorsunuz. Bu enstalasyonun ve ona eşlik eden şaşırtıcı ve etkileyici öyküsünün yaratıcısı neyran Turan ile bir araya geldik. Ona Salt’taki bu değişim çalışmalarına ve mimariye dair aklımıza takılanları sorduk.

Röportaj: Naz Cucuoğlu

 

SALT’ı gezdim, gerçekten çok etkilendim ve hemen sizinle görüşmek istedim. İnsana dokunan bir yanı var. Önce hikâyesini dinlemek isterim, sergi fikri nasıl gelişti?
Doktora çalışmamı Harvard Üniversitesi’nde mimarlık fakültesinde yaptım. Boğaz’ın jeopolitik yönü, tankerler ve petrol gibi konulara ilgim ilk orada başladı. Şehircilik dediğimiz zaman aklımıza hemen kent gelir, benim amacımsa mimarlığın daha büyük ölçekli kavramlarla olan ilişkisine bakmak. Her zaman aklımda bu akademik çalışmanın İstanbul’la buluşması fikri vardı ve en doğru format üzerine düşünmeye başladım. SALT ekibiyle tanışıyordum, geçen yıl böyle bir fikir ortaya çıktı ve üzerinde çalışmaya başladık.

Peki, öykü nasıl oluştu? Ben SALT’a o gün beş dakikalığına girmiştim ama öykünün başına oturunca bir türlü kalkamadım…
Enstalasyon iki parçadan oluşuyor. Kapıda sizi karşılayan beyaz şeride ben coğrafi nesne diyorum. Bir de coğrafi bir hikâye var. Enstalasyon fikri nesne üzerinden ortaya çıktı. Seyirciye ipucu vermeden bir nesne sergileyip Boğaz olduğunu söyleyebilir ve irdeleyerek ardındaki hikâyeyi bulmasını bekleyebilirdik. Ama sonuç olarak SALT’ın önünden her gün milyonlarca insan geçiyor. O yüzden onun girişte sergilenmesi çok önemliydi. Dışarıdan girenlerin aklında soru işaretleri oluşturmak istedik. Hikâye, nesneden yola çıkarak ona eklemlenen çizimler olarak başladı. Sonra görsellerden yola çıkan bir hikâye oluştu. Mesaj kaygısı vermekten çok, alışılmadık bir tepki yaratmak istedim. Hikâyenin 2025’te geçmesinin nedeni de bu, çok yakın bir tarih, hem yabancı geliyor, hem de çok olası.
Çok büyülü gerçekçi bir hali var. Ben oturduğum zaman hikâye ortasındaydı, ilk anda emin olamadım, “Bu gerçekten olmuş mu?” diye kendime sordum. Ancak, beşinci dakikadan sonra “Yok canım” diyebildim.
Ben de bu etkiyi yaratmak istemiştim. Hikâyede kaza bir fırsata ve rantçılığa dönüşüyor. Amacım ekoloji ve coğrafyanın mimariyle olan ilişkisi üzerine düşünmekti. Benim için nesnenin, hikâyenin sonunda bir karaktere dönüşmesi önemliydi. Dikkat ettim, son sahnede, coğrafi nesne, anıta dönüştüğünde herkes dönüp ona bakıyordu. Nesnenin derdi coğrafi ölçekle insan ölçeği arasında bir ilişki kurmak. Bu, Boğaz’ın kıyı çizgisi planında yükseltilmiş bir nesne ve topografyasından bağımsız. Gerçek planı bu şekilde değil. Onu daha abartılı bir şekilde sergilemek istedim. Aslında Boğaz’ın da tıpkı film gibi alışılmadık bir hali var.

Siz bu alanda çok çalıştığınız ve düşündüğünüz için sormak istiyorum. Ben Boğaz’ı her gün geçiyorum ama muhtemelen farkında bile değilim. Okurken merak ettim, Boğaz’ın önemi gerçekte nedir? 1994’teki kazadan sonra neler değişti?
Boğaz 90’lardan sonra Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle ve Hazar Petrolleri’nin açılmasıyla aslında bir petrol hattına dönüştü. Tankerler tuhaf bir şekilde İstanbullular’ın gündelik arkadaşı haline geldi. Parkta otururken önünüzden bomba niteliği taşıyan, zararlı bir şey geçiyor ama rahatsız olmadan gündelik hayatınıza devam edebiliyorsunuz. Boğaz, bizim el değmemiş bir şekilde saklamaya çalıştığımız narin bir kara parçası ama tanker tam tersi. Bu birliktelik bir paradoks yaratıyor. Boğaz, 90’lardan sonra altı önemli petrol geçidinden biri haline geliyor, 2002 yılında dünya petrolünün yüzde 5’i oradan geçiyor. Önemli bir nokta fakat özerk bir yer çünkü hiçbir kanal ya da geçidin etrafında şehir yok. Aynı zamanda, en dar ve zor geçitlerden biri, gemi geçerken 12 kere rotasını değiştirmek durumunda kalıyor. Bu konuyu araştırdığım zaman başka enteresan bilgiler de ortaya çıktı. Örneğin, aynı dönemlerde, çevreci hareketlerin çok arttığını ve Türk hükümetinin de Boğaz’dan tanker geçmesini istemediğini görüyorsunuz. Genelde birbirine ters olan bu ikilinin böyle bir ortak söylemde buluşması ilginç. O zamanlar, Bakü-Ceyhan boru hattı var ve Türk hükümeti petrolün oradan geçmesini tercih ediyor. Demek istediğim şu ki ekoloji, risk, doğa gibi kavramlar tıpkı bu örnekteki gibi çok karışık. Örneğin, o dönem çevrecilik bir hükümet politikası. Ve risk her zaman içinde karmaşıklığı barındıran ve sorgulanması gereken bir kavram. Tankerlerin geçmesi gerçekten çok riskli ama bunun altında başka politikalar var. Bir yandan korumacı yaklaşımlar var, öte yandan mühendis bakış açısıyla yaklaşan sistematik yaklaşımlar var. Bunlar anlamsız ikilemler. Ekoloji çok daha geniş bir kavram.

Ben de biyografinizi okurken bu söylemin neleri içerdiğini merak ettim. Büyük pencerede tasarımla coğrafya arasındaki ilişkiye bakıyorsunuz. Bu alanda ne tür sorular soruyorsunuz?
New Geographies dergisinin hem kurucu üyelerindenim, hem de genel yayın yönetmeniyim. Aslında son yıllarda büyük ölçekli projeler artış gösterdi. Mimarlar Dubai’de sıfırdan şehir yapıyor veya Google Earth gibi oluşumlar büyük ölçekleri görmemizi sağlıyor. Coğrafi ölçeğin mimarın masasına oturmaya başladığı bir döneme girdik. Biz kurduğumuz bu dergiyle coğrafyacıları da tartışmalara dâhil etmeye başladık. Coğrafya, bazen görselleştirme amaçlı, analitik bir araç olarak kalabiliyor, düşünce ve sorgulamalara alan açmıyor. Benim sorduğum soru şu: Coğrafi durumu sadece iş yönetimi ve mühendislikten ibaret değil de estetik bir kaygı olarak göremez miyiz? Estetik, bizim mimarlar olarak gücümüz fakat büyük ölçekte gözden kayboluyor ve problem önem kazanıyor.

Bir de NEMESTUDIO adlı bir mimari ofisiniz var, orada neler oluyor?
Mete Sönmez ile başlattığımız bir girişim. Orada da derdimiz, ölçeğin formla olan ilişkisi. Sadece büyük ölçekli işler üretmiyoruz ama sonuçta her zaman formun ve estetiğin rolüne odaklanıyoruz. Çünkü mimarlıkta hep ikilemler vardır. Politikayla ilgilenenler, form ve estetiği yüzeysel bulur, mimarlığın formlarıyla ilgilenenlerse politik yönü anlamsız bulur. Ben buna inanmıyorum. Estetik bence kendi içinde bir politikadır. Mimarinin sosyal yönünde, hep politikaya atılmışız gibi çözümler bulmaya çalışırız ama bence başka güçlerimiz de var.

ABD’de yaşıyorsunuz ve Rice Üniversitesi’nde öğretim görevlisisiniz. Buraya geldiğinizde neler hissediyorsunuz? Türkiye’de ve ABD’de mimari alanda yaşanan tartışmalar farklı mı?
Ben mimarlığı İTÜ’de okudum, konuya çok uzak değilim. Ancak yılda bir geldiğinizde çok hızlı bir değişimle karşılaşmanız kaçınılmaz oluyor. Ben yine de pozitif bakıyorum. Genç mimarlıkta alternatif oluşumlar ortaya çıkmaya başladı. Gezi’de gördüğümüz gibi tepeden inme pek çok proje var, bunlar negatif olaylar ama yeni jenerasyon umut veriyor.

İleriye yönelik ne tür projeleriniz var?
Aklımda pek çok proje var. Coğrafya ve mimarlık arasındaki ilişkiye odaklanarak başka ülkelere bakacağım. NEMESTUDIO’daki projeler devam edecek. Alışılmadık başka projeler de geliştireceğim.